Kadeh

Kadeh

21 Haziran 2014 Cumartesi

Bodrum

Tuna Kiremitçi, bir sahil şehrini kara şehrinden ayıran önemli farkların olduğunu söylüyor, Git Kendini Çok Sevdirmeden adlı romanında. Haklı da aslında, kartpostallık bir manzara tavlıyor insanı sahildeki bir şehirde. Oysa kara şehrini sevmek için bir uğraş gerekli; yapılar, insanlar, sokaklar arasında bir bağ kurabilmek...
Tam da bu uğraşlardan çok yorulduğum bir zamanda düştü yolum Bodrum'a. Yola çıktığım andan itibaren geride bırakmaya kararlıydım tüm yorgunluklarımı. O çok sevdiğim şehirden bıktığım nadir anlardan bir tanesiydi, çok sıkılmış olmalıydım kendimden. Dinginlik ve huzuru beni tavlayacak bir manzarada arıyordum bu kez, kurulabilecek bir bağda veya herhangi bir uğraşta değil. Kolay yaşamak istiyordum bu kez, bir sahil şehri gibi kolay... 
Üç günlük bu kısa tatilde birkaç fotoğraf çektim sizler için, siz de uzaklaşın diye.

                             Bu kapıya bayıldım. Begonviller şahane değil mi?
    Kapıdan girdiniz, bavulunuzu bir köşeye bırakıp yorgunluk kahvenizi yudumladınız.
                                                         Sonra?


Pırıl pırıl bir deniz sizi bekliyor. Kimsecikler yok, belki de bu yüzden su tertemiz, doğa kendi halinde.
Denizin kokusu içinize işleyecek kadar güzel.
       Ayağınızı soktunuz, birazcık soğukmuş deniz; ama olsun, sizi kendinize getirecek.


Güneş tam tepede ama bunaltmıyor. Kitap da çok sürekleyici, saatler geçiyor, tatlı bir uyku bastırıyor, gözleriniz kapanıyor, hafif esen rüzgar denizin o çok sevdiğiniz kokusunu burnunuza getiriyor. 
 

Bir kahve iyi gitmez mi?

                                 Güneş alçalıyor, deniz ısınmış olmalı. 
                               Bir kez daha girip tadını çıkarmak lazım. 

                    Ve günbatımı; deniz de sıkıldı sakinlikten, çırpıntılar başladı.
                                       Bize de yetti bu kadar dinginlik.

                                Sahilden ayrılıp terasa geldik. Grup vaktiiii!!!

Nasıl? Sevdirdi değil mi bu sahil şehri size kendini? Zor olmadı üstelik. Bir manzara tavladı hepimizi. Çünkü belki de gökyüzünün farkına sadece burada varabildik. Belki de Can Yücel'in de dediği gibi illa bir şeyi sahipleneceksek, gökyüzünü sahiplenmeliydik...

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden…
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…

Can YÜCEL






2 yorum:

  1. Deep Red yorumu yayınlamak isterken yanlışlıkla sil tuşuna bastım, kusura bakma. Teşekkür ederim :)

    YanıtlaSil
  2. Kendinden uzaklaştığın ve mutlu olduğun, bir o kadar da kendine yakınlaştığın yer cennetindir :)

    YanıtlaSil