Kadeh

Kadeh

30 Kasım 2014 Pazar

KARANFİL

Diziyi izlemeye fırsatım olmadı, fragmanında rastladım türküye ve türküyü harika seslendiren Öykü Gürman'a. İnsanın içine işler cinsten olunca araştırma gereği duydum. Kınıfır ne demekmiş acaba diye başlayan araştırma, vay be ne anlamlı sözler düşüncesiyle son buldu.
Sizinle paylaşayım istedim:
"Urfalıyam Ezelden" dizisiyle ünlenen bu güzel türkü dinlenmeye değer. Kulak verin derim.

"Yar uzakta gözüm görmez gülüm aman
Uzatıram elim yetmez
Hasretini çektiğime
Sözlerim çok dilim dönmez

Karanfil bed renk olur
Aşka düşen denk olur
İsterem başıya gele
Göresen ne renk olur

Kan gelir her gözyaşımdan gülüm aman
Ne çektim cahil başımdan
Tutacak dalım kalmadı
Ağlaram can ataşından."

2 Kasım 2014 Pazar

Küçük Şeyler

Dondurucu bir ayaz var bugün. Çok arayıp zor bulduğum işimin kıymetini unutacak kadar öfkeliyim yataktan çıkmaya. İnsanoğluyuz, nankörüz. Elde ettik, değeri kalmadı. 
Memur yağmuru var dışarda; 8 ile 9 arası yağandan, akşam da 6 ile 7 arası yağacak olandan. Şemsiye de evde kalmış, tüy dikmiş. 
Gün rutin, iş çok. Zaman akmış.
Evde inmeyeceğimi söyledim servisçi Mustafa Abi'ye: "Yol üzerindeki bir AVM'de ineceğim." Rutine devam; kulaklığı tak, düşüncelere dal. Bu sefer camdaki yağmur damlalarının birbirine karışması ana tema. Birleştikçe hızlanmaları filozofik boyut. Servisten indiğim anda, o buz gibi ve yağmurlu havada duyduğum koku ise beni silkeleyip kendime getiren şey. Güne yeni başlıyorum hissiyatının ve bu yazıyı yazmamın nedeni: KÖZDE PİŞEN KESTANE KOKUSU. Bu kokuyu içine çekerken ellerin cebinde biraz üşümüş olacaksın ama. Kafan içine kaçmış gibi yürümek de mümkün. Yağmur yerine kar yağsaydı, değmeyin onun tadına. Tadına derken kokusunun tadına. Bu öyle bir koku ki tüm duyuları birbirine karıştırabilecek cinsten bir koku. Hiçbir günün birbirinin aynısı olmadığını, hayatın ufak ayrıntılarda gizli olduğunu, rutini bu ayrıntıların kırdığını düşündüren koku.
Mutlu olmayı büyük şeylere bağlamak hayatı çok uzun sanmakla eşdeğer. Küçük şeylerle mutlu olabilmek ise hayatı gerçekten yaşamak. 
Sadece kestane kokusu değil, meraklanmayın. Ocakta fokurdamaya başlayan pudingin kokusu da bununla yarışabilir.
;)

18 Ekim 2014 Cumartesi

"Teslalar Edison Olmasın."

Keşfedilmesi gereken çok insan, çok yetenek, çok ses var elbette ama bence Suat Aydoğan da keşfedilmeli. 
Akşam trafiğine takılmış eve dönmek için sabırsızlanırken radyoda bu şarkıya denk geldim ve merak ettim bu etkileyici sesin kime ait olduğunu. Eğer dinlerseniz, gerçekten Suat Aydoğan'ın seslendirdiği yerleri daha derinden hissedeceksiniz. Hissedeceksiniz, çünkü bence hissettiriyor.
Lafı uzatmamayı beceremiyorum ama denemek gerekirse, eve geldiğimde ufak bir araştırma yaptım ve Aydoğan'a ait birkaç parçaya daha rastladım. Fakat demem o ki daha çok öne çıkmalı, daha çok tanınmalı, kendini tanıtmalı. Gerçek yetenekler figuran olmamalı, roller adil dağılmalı.

16 Ekim 2014 Perşembe

Ey İnsanoğlu!

Değişebilir mi insan? Hatalarını, eksiklerini, kendine yaptığı haksızlıkları gördüğü halde vazgeçebilir mi kendi olmaktan? Peki korkar mı değişmekten? Başka bir kimlik yaratacak olmaktan? En çok da onu değiştirecek insanların karşısına çıkmasından? Saflığını kaybetmekten? Soğur mu o zaman insanlardan, yaşadığı ortamlardan? Öfkelenip hırçınlaşsa da, üzülüp içine kapansa da, kafasında kurup çatsa da vazgeçebilir mi kendi benliğinden? Eğer bütün bunların cevabı hayırsa neden mücadele eder? Daha kolay bir yolu olamaz mı? Sorgulamadan yaşamak mümkün olamaz mı? İncitmekten korkan insan, incinmeden yaşayamaz mı? Düşündüğü kadar düşünülemez mi? Hissettirdiği kadar hissedemez mi?
Ey insanoğlu cevap verin bunlara. Merak ediyorum bütün bunları. En çok da neyi paylaşamadığınızı!

Tıklayın...

3 Ekim 2014 Cuma

P.S.



 "Hiç kimse izlemiyormuş gibi dans et, hiç incinmemiş gibi sev, hiç kimse dinlemiyormuş gibi şarkı söyle ve dünya cennetmiş gibi yaşa."
                                                                                             Mark Twain

13 Eylül 2014 Cumartesi

Pardon da

Pardon da bu dizi, diziden ziyade bu adam ve rolü beni çok etkiliyor. İzlemeyenler için; karısına delice aşık bir adamın, karısının ölümünün ardından, onun adına düzenlenen bir organizasyonda yaptığı konuşma, videonun ilk üç dakikasında. 
Her izlediğimde ağladığım için arızalı olan ben miyim acaba? Bir izleyin de söyleyin.
Ha bir de videoda dinlediğiniz şiir Ümit Yaşar Oğuzcan'ın. Büyük şair vesselam...



Her Gün Seninle

Güzel olan
Her günü seninle tekrar tekrar yaşamak
Erimek yarını olmayan zamanlarda
Durdurmak bir yerde bütün saatleri
Bütün kuralları kırıp parçalamak
Sonra varmak o yerlere
Mevsimlere dur demek
Kar yağarken çiçek açtırmak ağaçlara
Güneşi bir akşam saatinde tutup bırakmamak
Sonra doldurmak ay ışığını kadehlere
Delicesine içmek
Ve unutabilmek her şeyi ansızın
Sevmek seni en yücesiyle sevgilerin
Birlikte geçmiş, gelecek bütün çağları aşmak
Güzel olan
Sevmek seni Tanrılar gibi
Seninle Tanrılaşmak...

Bir gün bu akan sele dur diyeceğim, göreceksin
Ne bu şehir kalacak
Ne bu duygusuz sürü
Bu korkunç kalabalık
Her vapur seni getirecek bana
Bütün istasyonlarda seni bekleyeceğim
Kapılar sana açılacak
Senin için söylenecek şarkılar
Şiirler senin için yazılacak
Her evde bir resmin
Her meydanda bir heykelin olacak
Ve sen kimi gün bir rüzgar gibi
Kimi gün denizler gibi, bulutlar gibi
Kopup ötelerden, ötelerden
Yalnız bana geleceksin
Bir gün bu akan sele dur diyeceğim göreceksin.

Ben eskimeyen tek güzelliği sende gördüm
Sende buldum erişilmez hazları
Yanında sıyrıldım korkulardan, yalanlardan
Duyguların en ölmezini sende duydum
Susuzluğum dudaklarında dindi
Yalnızlığım ellerinde
Çoğu gün unuttum açlığımı
Sende doydum...

İlk defa seninle bütünlendim, anlıyor musun
Anladım yaşadığımı her nefes alışta
Seninle geçtim bütün zamanlardan
Seninle var oldum
Eridim seninle bir sonsuz çalkanışta.

Boynunda bir yer vardır, ben bilirim
Ne zaman oradan öpsem,
Değişir gözlerinin rengi
Yanar dudakların, terler avuçların
Dökülür kapkara aydınlık gibi
Omuzlarına saçların
Gitgide artar kalbinin vuruşları
Bir musiki halinde dünyamı doldurur
Ansızın bütün sesler kesilir
Zaman durur
Bir baş dönmesi başlar o en yükseklerde
Her gün seninle yeniden var oluruz
Eriyip kaybolduğumuz yerde...

Sesini duymadığım gün
Yaşanmış değil
Açan çiçek değil
Öten kuş değil
Yüzünü görmediğim gün
İçimde yıldızlar sönük
Güneşler güneş değil
Seni sevmediğim gün
Seni anmadığım gün
Olacak iş değil...

Her günüm seninle geçsin
O güneşe en yakın
Kimsenin varamayacağı bir dağ başında
Uçsuz bucaksız uzak denizlerde
İnsan ayağı değmemiş ormanlarda
Uzaklarda, en uzaklarda
O gemilerin uğramadığı limanlarda
Işığım ol, alınyazım ol benim
Vatanım ol, evim ol
Yeter ki bir ömür boyu benim ol
Her günüm seninle geçsin...

 

Mutluluklar...

En sıkı takipçimsin sen. Her yazdığımı okuyan, beni teşvik eden, geri dönüşlerde bulunan, önemsediğim şeyi önemseyensin. 
Kalbim çarparak geldim nikahına. Yanımdakiler şaşırdılar hatta bu heyecanıma. Şaşıracak bir şey çok yoktu aslında. Ben her şeyi yoğun yaşarım bilirsin. Dibine kadardır bende. Eleştirirsin beni bazen hatta bu sebeple. Sen, kantindeki sırada hatırladığım kızsın. Yan gözünle bana bakarken benden çok da hoşlanmadığın belliydi aslında. Dedikodumu yapıyordun, o da belliydi. Nasıl oldu hatırlamıyorum ama bir süre sonra sevdiğin adam için gözyaşını benim yanımda döküyordun. Seninle barışmak için konuşmuş, anlatırken terliyordun. Heyecanlıydın o zaman da. O zamanlarda da ondan bahsederken gözünün içi parlıyordu. Kocaman gözlerin, daha bir irileşiyordu adını anarken. Ona sinirlendiğinde kulaklarına kadar kızarırdın. Bir güzel sözüyle de tüm yelkenler inerdi suya. Her şeyinle sahip çıkmaya kararlıydın sevdiğin adama. Bir gün herkese karşı gelmen gerekse de vazgeçmeyecektin, o zamandan biliyordum. 
Vazgeçmedin. Ve bugün, evet dedin hayatını onunla birleştirmek için. Aslında sen çoktan evet demiştin, biliyorum. Hiç yanıltmasın seni hayat. En büyük gücün aşkın olsun. Mutluluklar senin, sizin olsun...
Bence kızın olursa da adı Asya olsun :)

8 Eylül 2014 Pazartesi

Gülelim Diye :)

Uzmanlar, sebepsiz yere de olsa, kahkaha atmanın insan psikolojisine yararlı olduğunu söylüyor. Bu nedenle güne gülümseyerek başlamayı öneriyorlar: "Aynanın karşısına geçin ve gülümseyin." Depresyon haplarının kullanılma oranının, son beş yılda, yüzde elli altı arttığı göz önüne alınırsa gülmek için neden yaratmak gerekiyor belki de. Kahkaha terapilerinin yaygınlaşma sebebi de benzer.
Bence çok da ciddiye almayın hayatı, gülümseyin hatta kahkaha atın. Yaşadığınız, iyi kötü ne varsa, her şeyin birgün geçeceğini siz bilmiyor musunuz sanki? O geçene kadar siz gülüp geçin.
Sebepsiz yere gülemeyenleriniz içinse sebep burda, Temel'in "Pasaport Kontrolü" fıkrasında:

Amerika'da zencinin biri pasaportunu kaybetmiş. Tam da Türkiye'ye tatile gideceği gün! Aksilik bu ya! Uçağı kaçıracak diye kara kara düşünürken, yolda bir pasaport bulmasın mı ? Hemen almış yerden, bir bakmış ki Leanardo di Caprio'nun pasaportu ! "Ne olursa olsun" demiş ve şansını denemeye karar vermiş... Çıkarmış Leonardo'nun fotoğrafını, kendi fotoğrafını yapıştırmış. Uçmuş Türkiye'ye... Atatürk Havalimanı'nda, görevli gümrük memurunun karşısına geçmiş... Kim olabilir memur? Tabii ki Temel ! Almış pasaportu eline Temel, adamın ismine bakmış: ''Leonardo di Caprio"... Fotoğrafa bakmış, bir zenci. Adama bakmış, aynı zenci... Bir kaç şaşkın bakıştan sonra Temel, öbür masaya seslenmiş: "Ula Cemal, bu Titanik batmış mıydı, yanmış mıydı?" 

:)))

5 Eylül 2014 Cuma

Dönem Ödevi

Hepimiz her gün yeni bir şeyler öğreniyoruz ama benim bu ara derslerim yoğundu. Bugünlerde de dönem ödevimi tamamlıyorum :) Dönem ödevimin konusu "Nazar". Hoca çok kapsamlı bir konu olduğunu, basite indirgemem gerektiğini söyledi. İnsanın kendine değdirdiği nazar olsun o zaman, dedim; kabul etti. 

İki yıldır beklediğim şey olmuştu. Cedric kıymet bilirdi ya, nankörlükten hiç hoşlanmazdı ya başladım çok mutluyum çok mutluyum diyerek dolaşmaya. Nasıl olduğum sorulduğunda, harika diye cevap veriyor; gerçekten de harika hissediyordum. İlk dersimi almıştım: "Olmadı diye sızlandığın şeye, gün gelir olmadı diye şükredersin." Aldığım diğer ders de bir benzeriydi: "Eğer Allah bir şeyi vermiyorsa, mutlaka daha iyisi olacaktır." Alınan dersler güzel, işler tıkırında, hayat yolunda giderken ve bunlar tüm söylemlerimde yer alırken bir pürüz kaçınılmazmış meğersem. Cedric ayağını burktu, bağlarını esnetti ve eve hapsoldu. Ders iki: "Hiçbir zaman büyük konuşmayacaksın." Ayyy evde bir günden fazla duramam, markete bile olsa o sokağa çıkmam lazım, gibilerinden beylik laflar etmeye hiç de gerek yokmuş: Tam olarak altı gündür evdeyim!! Gerçi annem doktora gittin ya kızım, diyor doktoru büyük bir hava değişimiymiş gibi göstererek. Tabi annecim, MR'a bile girdim, adeta Bolu Tüneli'nden geçiyordum, acaba ben şehir dışına bile çıktım da haberim mi yok :)
Evdeyken insan kendini dinliyormuş gerçekten. E hoca da susmuyor ki sürekli bir şeyler anlatıyor, dersler yoğun. Tek tenefüs uyku vaktinde. Yok efendim beterin beteri var, yok efendim daima şükretmek için sebep var, yok tüm hayatını evde geçirmek zorunda olanları şimdi anladın mı, farkında mısın banyo yapmak bile ne kadar kıymetli, birine muhtaç olmadan hayatını sürdürebilmek en büyük zenginlik, muhtaç olanlara destek olmak da en büyük iyilik, seni gerçekten seven insanlar iyi ki varlar, yalnız bırakılmadığın için ne kadar şanslısın... Ana başlıklar uzar, tenefüs başlar, dönem ödevi kaçar diye...
Son bir öneri: İnsanın kendine de nazarı değebiliyor. Maşallah deyin, alakasını hiç anlamamışımdır ama poponuzu kaşıyın.

12 Ağustos 2014 Salı

İncir Reçeli

Halil Sezai'yi bu film ile tanıdık. İsyan, İncir Reçeli ile girdi hayatımıza. Kim bu depresif adam dedik önce. İsyan ettiğimiz anlar geldiğinde de şarkı ruhumuzu okşadı, isyaaaaan diye bağırır olduk hepimiz. Sizi bilmem ama ben bir süre sonra diğer parçalarını da dinlerken buldum kendimi. Hatta bununla da yetinmeyip geçenlerde konserine gittim, konserden çok memnun ayrıldım. O kadar çok hissettiriyor ki şarkıları ne sahneye çıplak ayakla çıkması ne de konuştuklarının anlaşılmaması umrunda oluyor insanın.
Şimdi de İncir Reçeli-2 geliyor. Ekim ayında vizyona girecekmiş. İlkini dört kez izleyip her defasında da salya sümük ağlayan bir izleyici olarak merak ediyorum ikincisini. Sevdiği kadını kaybeden Metin'in yaşadıklarını anlatıyormuş film. Belli ki çektiği acı derin.  
Tıklayın, izleyin.
Bekleyelim, görelim...

7 Ağustos 2014 Perşembe

Yakamoz



Güzel bir yaz akşamında, yukarıda gördüğünüz manzaraya dalmış giderken, rüzgarın tenimi okşadığını hissediyorum. Bu his; insanı mayıştıran bir his. Bu his, özgürlüğün hissi. Özgürlüğü elinden alınmış olanların dışında, pek de farkında olunan bir his değil aslında. Ne kadar bambaşka bir şey oysa. Bu his, aynı zamanda, gelecek güzel şeylerin habercisi: Gece sonlandığında, pikenin altına hafiften üşüyerek girmenin dayanılmaz hazzı. Kafana kadar çek o pikeyi, aldığın bol oksijenle dal mis gibi bir uykuya. Mutlu ol küçük şeylerle. Kıymetini daima bil onların. Çünkü onlar aslında hayatın gerçek tadı.
Bütün bunları mutlu olmak için büyük sebeplerim olduğu bir dönemde hissediyorum. O sebeplere rağmen hayatın ayrıntılarda gizli olduğunu unutmuyorum. Unutma sen de. Mutlu edebilsin seni gördüğün yakamoz, dokunduğun çiçek, hissettiğin rüzgar ve dinlediğin şarkı. 
Gecen güzel, günlerin aydınlık olsun.

Ve bir de
"Bırak ay gitsin, sen kal bu gece..."

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Pratik Zeka



Fotoğrafa bakınca önce bol bol kahkaha attım, sonrasında plaka konusunda özürlü bir insan olarak 53 plakanın nereye ait olduğunu araştırdım; sonuç yanıltmadı: Rize. Ardından aklımdan geçenleri ve fotoğrafı sizinle paylaşmak istedim:
"Karadeniz'e doğanın güzelliğini yaşamak için olduğu kadar insanlarıyla tanışmak için de gitmek lazım. Samimiyeti ve doğallığı onlardan öğrenmek lazım."
Ne dersiniz?

15 Temmuz 2014 Salı

Yeniden


Mevsim kıpır kıpır, şarkı kımıl kımıl. E dinleyelim o zaman :)


13 Temmuz 2014 Pazar

Gölgelerin Gücü Adına

 

                                    Bir de kuş beyinli deriz!!


30 Haziran 2014 Pazartesi

Cahildim, Yunusların Tatlılığına Kandım

Bazen canım ne zaman, ne isteyeceğini bilmez. Hatta kendi kendime sorarım: "Şimdi nerden çıkardın bunu acaba?" Tıpkı bugün olduğu gibi. Ankara'nın bozkırında oturmuş kitap okurken, ansızın yunuslarla yüzmek istedim. Ankara'nın bozkırında diyorum, çünkü yunusu çağrıştıracak bir şey yoktu etrafımda! Kitap okuyormuşsun, ordan bir çağrışım oldu belki derseniz o da yok; çünkü hikaye bir köy kahvesinde geçiyor. Kahvede yunus ne arar? Neyse, bu kadar ikna etmeye çalışmak da neyin nesi? Çağrıştıracak bir şey yok sonuç itibariyle, gene ne çok uzattım :).
Bundan iki yıl önce kadar, yunuslarla yüzmeyi "ölmeden önce yapılacaklar listeme" eklemiştim zaten de bugün içimdeki arzular tekrar canlandı. Liste kabarık; ama izlediyseniz " The Bucket List " filmindeki gibi çok uçuk şeyler değil. (İzlemediyseniz de mutlaka izleyin, favori filmlerim arasındadır.)
Konumuza dönecek olursak, biraz internette gönlümü gezdireyim istedim; görsellere baktım, videoları izledim.
Siz de izlemek isterseniz, çok keyifli.
Keyif almanın dışında otizmle mücadelede de kullanılan bir yöntemmiş yunus terapisi. 10 seanslık terapi sonucunda, hastanın bireysel farklılıklarına göre tedavinin seyri değişiyormuş. Terapi, kesin çözüm olmamakla birlikte, ilk kez gülmek, ilk sözcüklerini söylemek, cümle kurmaya başlamak, göz teması kurmak ve uzun süre sonra tekrar krampsız hareket edebilmek gibi olumlu sonuçlar veriyormuş.


Araştırmayı biraz daha sürdürdüğümde ise yunuslarla yüzmenin tehlikeli olabileceği gibi hayvanlara zarar verdiği ve hayvanseverlerin böyle bir aktivitede bulunmamaları gerektiği şeklinde bilgilere de rastladım. Şöyle ki:
Yunus parklarına gitmememiz için 15 neden sıralandığını görünce, hevesimin kırılmak üzere olduğunu fark edip araştırmayı yarıda bıraktım. Ne de olsa cahil cesareti bazen en iyisi...




Bu arada, evlilik teklifi planları yapanlar için de çok iyi bir fikir bence. Gel sevgilim, bugün yunuslarla yüzmeye gidelim dersiniz. Gülün yerine uzun bir kurdeleye bağlanmış yüzüğü sevgili yunus kardeşin ağzına koyarsınız. Hatta gül ile birlikte koyun, daha güzel. Olur da yüzüğü yutarsa, vay halinize! Sorumluluk bana ait değil :).

21 Haziran 2014 Cumartesi

Bodrum

Tuna Kiremitçi, bir sahil şehrini kara şehrinden ayıran önemli farkların olduğunu söylüyor, Git Kendini Çok Sevdirmeden adlı romanında. Haklı da aslında, kartpostallık bir manzara tavlıyor insanı sahildeki bir şehirde. Oysa kara şehrini sevmek için bir uğraş gerekli; yapılar, insanlar, sokaklar arasında bir bağ kurabilmek...
Tam da bu uğraşlardan çok yorulduğum bir zamanda düştü yolum Bodrum'a. Yola çıktığım andan itibaren geride bırakmaya kararlıydım tüm yorgunluklarımı. O çok sevdiğim şehirden bıktığım nadir anlardan bir tanesiydi, çok sıkılmış olmalıydım kendimden. Dinginlik ve huzuru beni tavlayacak bir manzarada arıyordum bu kez, kurulabilecek bir bağda veya herhangi bir uğraşta değil. Kolay yaşamak istiyordum bu kez, bir sahil şehri gibi kolay... 
Üç günlük bu kısa tatilde birkaç fotoğraf çektim sizler için, siz de uzaklaşın diye.

                             Bu kapıya bayıldım. Begonviller şahane değil mi?
    Kapıdan girdiniz, bavulunuzu bir köşeye bırakıp yorgunluk kahvenizi yudumladınız.
                                                         Sonra?


Pırıl pırıl bir deniz sizi bekliyor. Kimsecikler yok, belki de bu yüzden su tertemiz, doğa kendi halinde.
Denizin kokusu içinize işleyecek kadar güzel.
       Ayağınızı soktunuz, birazcık soğukmuş deniz; ama olsun, sizi kendinize getirecek.


Güneş tam tepede ama bunaltmıyor. Kitap da çok sürekleyici, saatler geçiyor, tatlı bir uyku bastırıyor, gözleriniz kapanıyor, hafif esen rüzgar denizin o çok sevdiğiniz kokusunu burnunuza getiriyor. 
 

Bir kahve iyi gitmez mi?

                                 Güneş alçalıyor, deniz ısınmış olmalı. 
                               Bir kez daha girip tadını çıkarmak lazım. 

                    Ve günbatımı; deniz de sıkıldı sakinlikten, çırpıntılar başladı.
                                       Bize de yetti bu kadar dinginlik.

                                Sahilden ayrılıp terasa geldik. Grup vaktiiii!!!

Nasıl? Sevdirdi değil mi bu sahil şehri size kendini? Zor olmadı üstelik. Bir manzara tavladı hepimizi. Çünkü belki de gökyüzünün farkına sadece burada varabildik. Belki de Can Yücel'in de dediği gibi illa bir şeyi sahipleneceksek, gökyüzünü sahiplenmeliydik...

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden…
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…

Can YÜCEL






5 Haziran 2014 Perşembe

Trilaylaylom

Üzerine konduğum papatya yaprağı, ona getireceğim uğurdan o kadar emindi ki kendisi için olabilecek en kötü sonu, bir fala kurban gitmek olarak düşünüyordu. Ne yemyeşil bir çimin üzerinde gereksiz olduğu düşünülerek kopartılacaktı, ne bir arabanın altında ezilecek ne de amansızca yağan bir dolu hayatına son verecekti. O, ilk kez aşık olmuş bir genç kızın aşkının karşılıksız olmadığını ona söyleyecek son yaprak olacaktı. "Seviyor" diyecekti son söz olarak. Uğurlu olduğuma inanmıştı bir kez. Böylesi bir fala inanacak kadar masum seven birinin mutsuzluğuna sebep olması mümkün değildi. 
Bir uğur böceğinin bu düşünceleri nasıl okuyabildiğini merak mı ettiniz? Bunun yerine, neden bir papatyanın düşünebilme yetisi olup olmadığını sorgulamıyorsunuz? Onu da sorguluyorsanız, sizin anneniz evdeki çiçeklerle hiç konuşmadı mı? Konuştuğunda onların daha güzel açtığını savunup bunun delilik olmadığını size ispatlamaya çalışmadı mı? Peki bütün bunlar olurken, bir çiçeğin bile insan dilinden anladığına inanılırken, sizin aptal yerine konulduğunuz olmadı mı? Konu mu saptı, ne oldu? Sapmasına rağmen hala okumuyor musunuz? Acaba sizin de böyle bir sapkınlığa ihtiyacınız mı vardı? Uğur böceğiyle papatyanın hikayesi mi? O da yarım kaldı...

30 Mayıs 2014 Cuma

Sebastian ile Katya

Başlığı görünce, "Bir varmış, bir yokmuş; Sebastian ile Katya adında bir çift varmış..." gibi bir hikaye bekliyorsanız, yanılıyorsunuz. Çünkü durum çok farklı. Durum, tamamen benim onlara olan ihtiyacımla alakalı. Evet, bugünlerde bir Sebastian'a ihtiyacım var. Bir de Katya'ya. Çünkü "Sebastian söyle ona..."diyecek çok sözüm olduğu kadar Katya'dan da talep edecek çok şeyim var. 
İşlevlerinin aynı olduğunu düşünmeyin sakın. Sebastian'dan hayallerimi gerçeğe dönüştürmesini isteyeceğim ve ayrıca içimde patlayan, beni sinirlendiren veya üzen, söylenmemiş olan sözlerimi ona söyletip rahatlayacağım. Katya ise bana hizmet edecek; kahvaltımı hazırlayacak, kahvemi yapacak, evin işlerini yapacak, banyomu hazırlayacak; yeteneği varsa masaj yapacak, yoksa masör bulacak. Ben de Firdevs Hanım edasıyla bir gün geçireceğim. "Cedric Hanım, başka bir isteğiniz var mı?" diye sorduğunda; "Çekilebilirsin!" diyecek kadar umursamaz olacağım. Söylerken bile kıyamıyorum Katya'ya; ama bir günlük de olsa böyle bir rahatlığa ihtiyacım var, ne yapayım?
Sebastian da söyleyecek insanların bencilliklerinden nefret ettiğimi, maddiyata önem verenlerin benden uzak durması gerektiğini, emek verilmeyen hiçbir şeyin benim için bir şey ifade etmediğini, tüm kızgınlıklarımı, tüm kırgınlıklarımı... Ve götürecek beni denizin kıyısında bir yere. "Sebastian, söyle ona, gittiğimiz yerde denizin rengi turkuaz olsun.  Kafamdaki tüm sorular ve sorunlar, bir süreliğine de olsa, donsun. Sadece denizin kokusunun ne kadar güzel olduğunu düşüneyim. Keyfimi kaçıracak insanlar olmasın etrafımda. Katya mı? Katya'ya da söyle, şezlongumu kafamı gölgeye getirecek şekilde ayarlasın; vücuduma güneş kremi sürsün, güneşlenmek için en güzel mevsimdeyiz."
Kulaklığımı takmadan gittiler, zahmet olacak ama onu da ben yapayım bari:
 

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Second Nature

Henüz keşfetmeyenler için harika bir albüm olan "Second Nature"ı sizlerle tanıştırmak istiyorum. 2010 yılında kurulan Kanadalı bir grubun -Minor Empire- ilk albümleri Second Nature. Çağdaş caza evrilen türkülerimizi elektronik ezgilerle harmanlamışlar. Vokalleri Özgü Özman'ın sesi ise kelimenin tam anlamıyla insanın içine işliyor. O kadar işliyor ki keşke "Zülüf Dökülmüş Yüze"yi baştan sona seslendirseymiş dedirtiyor insana. Şansıma Fırat türküsünü daha uzun seslendirmiş Özgü Özman. Bir kulak verin derim. Sesini sonuna kadar açmanız da ayrıca tavsiyemdir.


Albüm listeleri şöyle:
01 Yüksek Yüksek Tepeler
02 Ozan’s Psyche
03 Divane Aşık Gibi
04 İsmail’s Spell
05 Bülbülüm Altın Kafeste
06 Zülüf Dökülmüş Yüze
07 Second Nature
08 Haydar Haydar
09 İsmail’s Anatomy
10 Sen bu Yaylaları Yaylayamazsın
11 İsmail’s Soul
12 Keklik Dağlarda Çağılar
13 Dostum Dostum
14 Fırat Türküsü

Ben en sevdiğime torpil geçtim, onun linkini verdim; ama siz dilediğinizi seçip keşfedin bu güzel albümü. 

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Firuze

Kalemimdeki bir dokunuşun, hayatımı şekillendirdiğini öğrenmemin üzerinden iki gün geçmişti. O iki gün boyunca ise hayal kırıklığı ve umutsuzluk içinde kendime öfkeliydim. Bir yanım bu duygulardan derhal sıyrılmamı söylerken diğer yanım da, adeta kendini cezalandırmak istercesine, yatağa mahkum ediyordu beni. Kafamdaki soruları alt edebilmenin tek yolunu uyku sanacak kadar aciz, elimi kestiğimde ağlayacak kadar da savunmasız ve güçsüzdüm o günlerde. Acıyan yaram, bahanesiydi gözyaşlarımın. Etrafıma olan agresifliğim de kendime duyduğum öfkenin tezahürüydü aslında. 
Kaderin ne demek olduğunu artık kendi yaşamım üzerinden daha açık bir şekilde örneklendirebileceğimi anlayıp hayatıma devam etmeye karar verdim nihayetinde. Bu kararımla yataktan fırlamam bir olmuştu. Sanki günlerdir birileri beni oraya hapsetmişti ve o an kalkmazsam bir süre daha kalkamayacaktım. Birinden kaçar gibi çıktım odamdan. Aslında kendimden kaçıyordum, farkında değildim. Beni kendime getirecek olan kahvesi bol, sade bir Türk kahvesiydi. Cezvedeki kahveyi karıştırırken hangimiz düşüncelere dalmayız ki? Bu dalışın boyutu değil midir kahvenin taşıp taşmamasını belirleyen? Kendimden kaçarken kendime mi tutuldum, yataktan kaçıp cezveyi mi buldum bilmem ama telefonun sesiyle irkildim. Bir arkadaşım beni öğle yemeğine davet ediyordu. Asya'nın bu teklifi cezveden kaçmak için de en iyi fırsattı, tabi ki kaçırmadım. İçimde taşıdığım iki kadından biri olan hüzünlü, melankolik, savunmasız Cedric'i evde bırakıp; bakımlı, güçlü, daima güleç, kahkahaları bol, enerjik ve pozitif kadın frekansıma, kendime en çok yakıştırdığıma, geçiş yaptım. Aynaya baktığımda böyle bir kadın olmaya hazırdım, tek eksiğim ojelerimdi. Ojelerimin eksik olması frekansta cızırtı yaratabilecek bir etkendi benim için ve bu nedenle o da tamamlanarak çıkıldı evden.
Fonda "Firuze" çalıyordu yemekte. Sohbet, Asya'nın şarkıya odaklanmasıyla kesildi. Gözlerinin dolmasının sebebi bir annenin, Aysel Gürel'in, kızına yazdığı bu şarkının sözleriymiş meğersem.

"Bir gün dönüp bakınca düşler
İçmiş olursa yudum yudum yudum yılları
Ağla, ağla Firuze ağla
Anlat bir zaman ne dayanılmaz güzellikte olduğunu

Kıskanır rengini baharda yeşiller
Sevda büyüsü gibisin sen Firuze
Sen nazlı bir çiçek, bir orman kuytusu
Üzüm buğusu gibisin sen Firuze

Duru bir su gibi, bazen volkan gibi
Bazen bir deli rüzgar gibi
Gözlerinde telaş, yıllar sence yavaş
Acelen ne bekle Firuze

Bir gün dönüp bakınca düşler
İçmiş olursa yudum yudum yudum yılları
Ağla, ağla Firuze ağla
Anlat bir zaman ne dayanılmaz güzellikte olduğunu

Acılı bir bakış yerleşirse eğer
Kirpiğinin ucundan gözbebeğine
Herşeyin bedeli var, güzelliğinin de
Bir gün gelir ödenir, öde Firuze

Duru bir su gibi, bazen volkan gibi
Bazen bir deli rüzgar gibi
Gözlerinde telaş, yıllar sence yavaş
Acelen ne bekle Firuze"

(Dinleyip de hissetmek isterseniz: http://www.youtube.com/watch?v=SVwFfiqx0G8 )

Bütün bunlar olur da Cedric'in frekans karışmaz mı? Karışır tabi. Karıştığı gibi kendisinin Aysel Gürel ile benzer noktalarının olduğuna inanır ve Cedric bunun keşfine çıkar. Mutlaka o da iki kadın taşıyor olmalı içinde diye düşünürken bir röportajında Aysel Gürel'in bunu ifade etmiş olması hissettiği yakınlığı daha da artırır. Bir yanı deli dolu, diğer yanı da yazdığı şarkı sözlerinde ifadesini bulduğu gibi... Yani aslında bir röportajında yalnızlığı anlatırken kendini tanımladığı gibi:


"- Yalnızlık desem size?

Dört yatak odası, çok büyük bir salonu ve çok büyük bir mutfağı olan üç yüz metre kare bir evde yalnız yaşıyorum. Bu bir tercih. Sevgilim de var, ama o herhangi bir ziyaretçi gibi, takım elbiselerini giymeden kravatını takmadan gelemez, on beş dakikadan fazla da oturamaz. Yatağıma giremez, burada bir bardak kahve içtiği zaman o bardağı yıkamadan gidemez. Bir simit bile yedirmem. Şimdi bu yalnızlık benim tercihim. Ve bu yalnızlığın çok büyük bir lüks olduğunu biliyorum. O masallardaki Rapunzel şatoda tek başına oturuyor, oğlan da saçına tutunup yukarı çıkıyor. Benimkiler de asansöre çıkıp bana ulaşıyor. Yalnızlık donanımsız insan için çok korkunç bir şey. El becerileri olan için biraz daha ehven. Ben hiç yalnızlık hissetmiyorum. Aslında tek başıma çok kalabalığım."



 TEK BAŞINA ÇOK KALABALIK. 



7 Mayıs 2014 Çarşamba

Daha Ne Olsun?

 


 Sevdiklerinize sımsıkı sarılacağınız günler sizinle olsun. 
Hissettiğiniz ve hissettirdikleriniz de daima bu kadar masum ve gerçek olsun.



28 Nisan 2014 Pazartesi

Bakış Açıları


"Amaaaan kağıt yok muydu da bu çocuk kendini boyadı?"
"Ayyy, ne kadar ilgisiz ve rahat bir annesi varmış, kimyasalları vücuduna aldı çocuk, tüh tüh!"
"Bir çocuğum olsaydı benim tepkim ne olurdu? Ben de göbek deliğinin oraya bir çiçek çizer miydim ki?"
"Vah vah, bu çocuk nasıl temizlenecek?"
"Boyalar kurumadan kanepeye atarsa kendini yandık valla, her taraf berbat olacak!"
"Gidip şunu bir öpsem de benim de ağzım yüzüm boya olsa. Hem sonra selfie bile çekeriz."
"Bu çocuk kesin yabancı; Türkler, çocuklarını bu kadar rahat yetiştirmez."
"Senin o sarkan yanaklarını, dudaklarını severim ben. Saçlarının rengine, kirpiklerinin güzelliğine bak, maşallah!"
"Her şeyin bir yaşı var işte, iyi ki özgür bırakılmış, benim yaşımda bunu yapacak hali yok ya."
"Hahahaha, harika!"
"Bu çocuk belli ki çok yaramaz. Allah ailesine sabır versin."
"Hayal gücü yüksek bir çocuğa benziyor."
"Ne hayal gücünden bahsediyorsun? Çocuk işte, eline boya geçince bulduğu yeri boyar."
...

Benim bakış açım mı?
Gökyüzü, yanağındaki mavide; güneş, omzundaki turuncuda saklı ve rengarenk gövdesiyle onun hayatı bir gökkuşağı.

23 Nisan 2014 Çarşamba

Hayat Kısa, Kuşlar Uçuyor...

Bir insanı sevdiğini göstermenin en kısa ve en yalın hali, onun önemsediği şeyleri önemsemek olabilir mi? 
Sevildiğimi daima hissettiren sevdiğim, en mutlu günlerimizin ardından anneannemi unutmadığın için sana minnetarım. Elimi sana uzattığım için o da çok huzurlu, öyle söyledi.


6 Nisan 2014 Pazar

Show Must Go On

Sıklıkla gittiğim bir pastaneye düştü yolum geçenlerde. Rengarenk çiçeklerin yanındaki masaya oturdum her zamanki gibi. Hafif esen rüzgar, valse davet etmişti onları. Çingene pembesiyle sarı olan ise yine hararetle bir şey tartışıyorlardı aralarında. Saksının köşesindeki uğur böceği? O da dedikodu peşindeydi bence. Kımıldamadan durmuş, kulak kabartmıştı bu çifte. 
Saçları tek tek örülmüş, yüzündeki sıcacık gülümsemenin altında bir ciddiyet taşıyan o gizemli kadın yarım Türkçesiyle ne içeceğimi sorduğunda irkildim. Her zamanki pastanede, her zamanki yerimde, her zamankinden istedim: Sade Türk kahvesi. 
Yabancı müzik kültürüm pek gelişmemiş olmasına rağmen bazılarının isimleri veya şarkıların içinde geçen tek bir cümle aklımda yer eder. Onlardan bir tanesi çalıyordu fonda: "Show Must Go On". Çok sıradan bir cümlede neyin beni bu kadar etkilediğini düşünüyordum kendi kendime. Bu günlerde her şeyi sorgulama peşindeyim! Oysa ne kadar güzel, akışa kapılmış yaşıyordum. Evrene olumlu mesaj testimin olumlu sonuç vermemesi sanırım beni yolumdan çevirdi. Umut etmenin veya hayal kurmanın insana zarar verip vermediğini sorgulayacak kadar çıkmıştım yoldan. Oysa bunlar benim her zaman güç bulduğum, asla vazgeçmediğim ve adeta yaşam felsefesi haline getirdiğim şeylerdi. 
Kahvemden yudumlarken düşüncelerime hapsolmuştum. Birçok duyguyu aynı anda yaşadığım bu günlerde, yetmemişti bir fincan kahve düşünürken bana eşlik etmeye. Zaten fincan da küçücüktü. Bir tane daha istedim. Tatlı garson hiç böylesiyle karşılaşmamış sanırım, siparişimi teyit etme gereği duydu.
Uğur böceği masamdaki peçeteye konmuş. Olleyy! Güzel şeyler yaşayacağım, bugün uğurlu bir gün. Pardon da Cedric daha iki dakika önce umut etmekten vazgeçiyordun hani? Ne yani altı üstü bir böcek? Hem belki de dedikodudan sıkıldı, yolunun üstünde de sen vardın? Ay başka yol mu kalmadı, bu kesin sana uğur getirmek için gelmiş. Ne var yani, seni sen yapan şeyleri sorguluyorsun? Kaybettiklerin, kazanacaklarını daha değerli kılmak için var, nasıl unutursun bunu?
Aniden kalktım ve yine ani bir kararla çantamdan kalemimi çıkardım. Uğur böcekli peçeteye "Show must go on" yazdım ve çaprazımdaki boş masaya bıraktım. Hep aynı saatte gelip aynı masaya oturup sütlü kahvesini yudumlayan yaşlı amcanın gelmesine sadece iki dakika kalmıştı. Çaprazdaki o masada bugün onu farklı şeyler bekliyordu ve belki de o, şovuna devam etmeye bu sayede karar verecekti. 

24 Mart 2014 Pazartesi

AŞKtan Yüce Bir Duygu

"Aşktan daha yüce bir duygu." demiş Levent Yüksel, Sertap Erener ile biten evliliğinin ardından aralarındaki ilişkiyi tanımlamak için. 
Geçenlerde yine Sertap Erener'in hayat hikayesini konu alan konserinin videolarını izliyordum. O sırada öğrendim, ikisinin de ciddi hastalıklar atlattığını. Bu hastalıkları evlilikleri sırasında atlattıkları için, ilişkilerinin kadın-erkek çekişmelerinden uzaklaştığını, dostluk boyutuna ulaştığını ve bu sebeple de boşandıklarını söylüyorlar. Daha sonra Levent Yüksel ile yapılan bir röportajda ise Levent Yüksel artık Sertap Erener ile aralarında aşktan daha yüce bir duygunun olduğunu söylüyor. Hikayeleri ve cümle beni etkiledi, üzerinde düşünmeye başladım. Aşktan daha yüce bir duygu var mı? İlişkiyi ayakta tutan şey çekişmeler mi? Öyle bir aşk yaşadıktan sonra dost kalmayı nasıl başarmışlar? 
Bu sabah konserden şarkıları dinlerken (yüz bininci kez!) sorduğum sorulara burada yanıt bulmaya karar verdim. (İzlemek isterseniz tıklayın: https://www.youtube.com/watch?v=oQxUKi0OnxA )
Aşktan daha yüce bir duygunun olup olmadığını kestirebilmek, sanırım aşkı nasıl tanımladığımıza göre değişir. Eğer aşk, o aradığında çarpan bir kalp, ellerini tutarken titreyen bir vücut veya onun yanında yemek yiyememe haliyse bundan daha yüce duyguların olduğu kesin. İlişkinin başlangıcında yaşanan bu evreler bittiğinde, elde ne kaldığıdır önemli olan. Hormonlarımız o heyecanı salgılamadan da ilişkimize heyecan katabiliyorsak, hormonların görevini kendimiz üstleniyorsak aşk o zaman vardır. Karşımızdaki insanı kaybetmemek için kendimizden vazgeçiyorsak, emek vermeye değer görüyorsak, öncelik benliğimiz değil de oysa eğer aştan bahsedebiliriz ancak. Aşkın gözü kör edip insana her şeyi yaptırma hali de budur aslında.Tabi tensel çekimi de kimse yadsıyamaz.
Aşk için dağlar delinmişse, her şeyi göze alıp sevdiği adama "kaçanlar" olmuşsa, aşkından verem olup yataklara düşenlerin hikayelerini duyduysak aşktan daha yüce bir duygunun olması pek de mümkün gözükmüyor. Ama bana kalırsa bundan daha yüce olan tek bir şey var ki o da aşık olduğun adamın aynı zamanda en iyi dostun olması. Seni en iyi tanıyan; derdini, kederini, mutluluğunu gözlerinden anlayan; sen söylemeden yanına koşan kişi aşık olduğun adamsa, bundan daha yüce bir duygu gerçekten de yok. 
Her zaman inandığım ve söylediğim bir şey vardır: Aşk, hayatı yönetir. Bir düşünün bakalım, sizin de hayatınızı şekillendiren faktör aşk mı, değil mi? Bugün geldiğiniz nokta, aslında yaşadığınız aşkın eseri mi, değil mi? Eğer yanıtınız evetse, ki ben aksini hiç duymadım, zaten tartışmanın noktası da konmuş oluyor. 
Unutmadan, aşık olduğunuz insanla dost kalabilmeniz bence imkansız. Kalabileceğini iddia edenler ise ya yaşadıkları duyguyu yanlış kodlayanlar ya da karşısındaki insanı kaybetmemek için rol yapacak kadar aşık olmuş olanlardır...


"Çünkü hiçbir kelebek
Tek başına yaşamaz sevdasını
Severken hiçbir böcek
Hiçbir kuş yalnız değildir
Ölümdür yaşanan tek başına
Aşk iki kişiliktir..."
ATAOL BEHRAMOĞLU

19 Mart 2014 Çarşamba

Limon Ağacı

Her sabah erkenden uyanmak zorunda olmam, hayatımı yaşamama engel olmamalıydı. Hayatımdan çalmamak için kendimce ürettiğim felsefelerden biri de buydu. Günde on saat uyuyanlar sanırım hayatı çok uzun sanıyorlar! Ya da yarın iş var diyerek kendini yatağa veya televizyon karşısındaki bir kanepeye hapsedenler, yani yedi günlük haftadan beş günü çalanlar,  nefes alıp vermeyi tercih edenler olmalılar.  Yoksa dışarıda var olan ve keşfedilmeyi bekleyen onlarca şeye uykuyu tercih etmenin başka ne sebebi olabilir ki? Yeni bir yer, yeni bir insan, yeni bir hayat olabilecekken bu keşfin konusu, neden dört duvardaki yalnızlık daha cazip olsun ki? Bu insanlar, havanın bile her gün farklı bir kokusu olduğunu henüz hissedemeyenler olabilir mi? Gökyüzünün fotoğrafı her saniye değişirken evin tavanı neden tercih sebebi olsun ki? Cedric, akıp giden hayatın tadını çıkar; evet yaşadım diyebil en nihayetinde. 
Tüm bu düşüncelerle dört saatlik uykuya mahkum olmuştum yine yeni yeniden. Alarm çaldığında sanki daha yeni dalmıştım uykuya. Bu sabah da güne küfrederek başlamamak için alarmın zil sesine en sevdiğim şarkıyı koymam dahi pek bir işe yaramadı anlaşılan, oysa dün gece karaokede seçmiştim bu parçayı! Ne oldu? Hayatından çalmayacaktın hani? Madem öyle kalk da biran önce çık keşfine! Bugün nasıl kokuyor hava, gökyüzü ne renk; hangi insan dokunacak bugün hayatına, iz bırakan ne olacak bugün senin için, kimi mutlu edebileceksin, kim seni mutlu edecek? Dene bakalım, senin gülümsemen başka insanların yüzündeki tebessümün sebebi olabilecek mi; paylaşıp çoğaltabilecek misin bugün? 
Esnememe engel olacak şey sade bir Türk kahvesi olmalıydı. Daha ilk yudumumda çalan alarmıma nefret duymaktan vazgeçmiştim. Sıra fal kapatma aşamasına geldiğinde ise dün gece ne kadar çok eğlendiğimi düşünme aşamasındaydım: " İyi ki gitmişim. Çok iyi deşarj oldum. Sesim o kadar berbat ki mikrofonu elime başka türlü almam mümkün değil. Ben şarkı söylediğimde insanlar ya beni susturmayı ya da yanımdan ayrılmayı tercih ederlerken bağıra bağıra şarkı söyledim. Ohhh..." İç sesim çenesini açtı gene, geç kalmamak için daha fazla kulak asmamalıydım ben bu sese. 
Hazırlanıp evden çıktım. Hafifçe esen meltem, insanın tenini okşuyordu adeta. Tam sokağın köşesinden dönecekken aldığım koku, yıllar sonra dahi aklımdan çıkmayacak kadar, keskin ve güzeldi. O gün ilk kez karşılaştım bir limon ağacıyla. Yapraklarını ovuşturmam öğütlenmişti; bunu denemek için de ilk kez fırsat bulmuştum. Ellerime sinen koku gerçekten ne kadar da şahaneydi! İnsanı bir sahil kasabasında bulacağı huzura sürüklüyordu bu koku. Şimdiden emeklilik yaşını düşünmek ne kadar mantıklıydı bilmiyorum ama o yaşlarda yerleşirsem böyle bir kasabaya, bahçemde mutlaka limon ağaçları olmalıydı.
Birini bekleyip beklemediğimi soran sesle irkilmiştim. Haklıydı, dakikalarca bir ağacın önünde dikilmenin başka ne sebebi olabilirdi ki? Burnumda limon kokusu, geveze iç sesim ve ben yollara düştük...


Yalnızca hissettiğimiz şeyler yer edinir hayatımızda. Ne baktıklarımız, ne dokunduklarımız ne de kokladıklarımız... Bir ömür boyu yaşattıklarımız hissedebildiklerimizdir sadece, tıpkı bu limon ağacının kokusu gibi.


                                


18 Mart 2014 Salı

Bahar


Bahar, en güzel mevsimdir bu şehirde.  Bu da en güzel şarkıdır, dinlemek için bu mevsimde. 
Bu güzel havada, bu güzel şarkıyla gününüz aydın olsun. 

https://www.youtube.com/watch?v=Epcj13tZ3gI

14 Mart 2014 Cuma

Sarı Işık

Nevin, diğer günlerden hiç de farkı olmayan bir güne uyanmıştı. Onu heyecanlandıracak, yataktan fırlayarak kalkmasına neden olacak hiçbir şey yoktu her zamanki gibi. Bu yüzden yatakta biraz daha miskinlik yapabilirdi. Herkesin çok hızlı aktığını iddia ettiği zaman, onun için geçmek bilmeyen bir şeydi. Hatta güne bu kadar erken başlamanın ne anlamı vardı ki? Yorganı kafasına kadar çekip tekrar uyumak yapılabilecek en doğru şey olmalıydı onun için. Uyuyamayacağını anlayana dek, çarşafı bir yerde toplanacak kadar dönmüştü yatağın içinde. Sonunda pes etti. Kalkıp radyoyu açtı. "Aman Nevin, toz alırken yine bozmuşsun radyonun frekansını! Cızır cızır sinir bozuyor bu ses. Zaten dört tane frekans çekiyor, hemen bul birini de kurtul şu sinir bozucu sesten." 
Taze çekilmiş kahvenin kokusunu içine çekti genç kadın. Elinde kahvesi, camın önünde korkuluk gibi dikilirken kendini trafik lambasındaki sarı ışık kadar değersiz hissettiğini geçiriyordu aklından. Hakikaten, hayatı tıpkı bu sarı ışık gibi arada kaynayıp gidiyordu. Ne bir iz bırakabilmişti şimdiye kadar ne de herhangi birinin izi kalmıştı yüreğinde.
Vakit geçirmek için kirletemediği evini mi temizleyecekti yine? Ani bir kararla gardolabına yöneldi. Bir kazak, bir kot çekti dolabından. Koşar adımlarla, dolaşmış saçlarını dahi taramadan, çıktı evden. Bir taksi çevirdi: "Beş liralık git, üç liralık geri dön! İki liralık yürüyeceğim; zira kotumun düğmesini zor ilikledim." dediğinde, taksici sarı ışıkta geçebilmek için gaza olabildiğince yüklenmiş, şaşkın bakışlarla gözlerini dikiz aynasından Nevin'e dikmişti.
"Çek sağa, ineceğim! Sen de sarı ışığı hesaba katmadın. Ben gerekirse on liralık yürürüm."  dedi genç kadın ve tüm sinirini kaldırımlardan çıkarmak istercesine, attığı hızlı adımlarla kendini yollara vurdu...

12 Mart 2014 Çarşamba

Bir Yeni Mesaj

Bugünlerde evrene olumlu mesaj gönderme tezimi yeniden test ediyorum.  İyi düşün, iyi olsun mottosunun bir başka versiyonu bu olumlu mesaj. Karamsarlığa yer yok, olumsuz düşüncelere yer yok. Kendi kendine konuşuyorsun bunda. Yani düşünmekle yetinmiyorsun. Mesela bulaşık mı yıkıyorsun? O sırada başla konuşmaya: "Beklediğin gibi sonuçlanacak, her şey güzel olacak, çok az kaldı mutlu haberi almaya,vs." O sırada tabi iç sesin "Ya olmazsa?" diyecektir sana. Ya hiç kulak asma ya da cevap ver iç sesine, ne saçmalıyorsun sen diye. Delilik falan değil bu, kimse korkmasın. Bu, insanı mutlu edecek basit bir yöntem. En azından o an için insan kendini gerçekten de gayet iyi hissediyor. Bana kalırsa, gönderilen mesajı evrenin almasının en önemli noktası da buna gerçekten inanmak. İnanmazsanız bağlantı hatası oluşabilir, benden demesi. 
Eğer hayata verdiğiniz şeyi hayatın size geri sunacağına inanıyorsanız buna da inanmanız hiç zor olmayacaktır zaten. Gülümseyerek başlayın güne, gün gülsün yüzünüze. Yardım edin etrafınızdakilere, yardıma ihtiyacınız olduğunda mutlaka biri yetişssin imdadınıza. Kalbinizdeki sevgiden cebinizdeki paraya kadar paylaşın, çoğaltarak sunsun size hayat. Hayat o zaman daha yaşanılası bir yer olacaktır emin olun. Etrafınızda olan biten her şeye rağmen... 

"Çünkü hiçbir çocuk ölmeyi hak etmez, çünkü hiçbir anne çocuğunu dünyaya getirirken böyle bir son hayal etmez."

9 Mart 2014 Pazar

Çatı Katı

Uyandığımda odamın kapısı açılmıyordu. Kapıyı birkaç kez zorladıktan sonra odada kilitli kaldığımı anladım. Seslendim, evde kimse yoktu. Panikle telefonuma yöneldim. Şarjım bitmiş. Şarj aletim? O da salonda kaldı. Murphy kanunu dedim içimden, tüm aksilikler üst üste gelmek zorunda! Şimdi ne olacak? Söylenmeye başladım kendime: "Kapın açık uyuyabilseydin bunların hiç biri olmayacaktı, ne vardı da o kadar geç yattın? Normal bir saatte uyusaydın çoktan uyanmış olacaktın ve evde birileri olacaktı!" Tüm olumsuz enerjimle odanın içinde dört dönüyordum. O sırada iç sesim Cedric diye seslendi bana: "Çatıya vuran yağmurun sesini duymuyor musun? Odadan kurtulmanın düşüncesine hapsettin kendini ve etrafında sana mutluluk verecek şeylere gözlerini tamamen kapadın. Hani o çıtırtı sana huzur veriyordu? Hani toprak kokusunu her yağmur yağdığında içine çekmekten büyük bir haz duyuyordun? Çabuk camını aç, çabuk." Pencereye yöneldiğimde bu odaya hapsolduğum düşüncesinden tamamen sıyrılmıştım. Sanki birileri beni çatı katındaki bu odaya, hızla akan hayatımı kısa bir süreliğine durdurmam için göndermişti sadece. Daha önce hiç bu kadar uzun süre bir yağmur damlasının ağaçtaki o kocaman yapraktan süzülüşünü izlememiştim. Hiç bu kadar işlememişti ciğerlerime toprağın kokusu. Etraf ne kadar yeşildi böyle? Komik, ben de bu insanlar gibi şemsiyem olmadığında kafamı içime çekerek yürüyorum. Bundan sonra böyle yapmasam aslında. Islanmama engel olamazken neden yüzümde hissetmiyorum ki yağmur damlalarını? Hatta şimdi çıkarayım kafamı. Ağzını kapatarak gül Cedric, delirmiş gibisin. Evet ilk kez bir sabah yüzünü yağmur suyuyla yıkıyorsun ve bunun ne kadar şahane bir şey olduğunu o kapı açılsaydı asla hissedemeyecektin. Güne ne kadar da şanslı başladın? Murphy kanunuymuş muş muş... Cedric kanunu olsun bundan sonra. Aksilik sandığın şeylerin altındaki şansı yakalamak da Türkçe meali olsun. Olsun mu? Olsun. Hadi bakalım o zaman Cedric kanunun da kutlu olsun.

8 Mart 2014 Cumartesi

İşte geldim, burdayım ;)

İlkler daima heyecan vericidir. İlk buluşma, okulda ilk gün, ilk iş günü, ilk aşk, ilk öpücük... Hele ki siz zaten durağan yaşayamayan bir insansanız bu heyecan daha da artar. İlk blog yayınım ve ben :) İşte karşınızdayım. Sizinle hayatı paylaşırken kendimi de yeniden keşfetmek için buradayım.
Bu bir başlangıç olsun. Yolun başındaki bu çocuğun gözlerindeki heyecan ve ışıltı bizlerden de hiç eksik olmasın. Tabi bir de hayallerinizi gerçekleştirmek için sizi daima destekleyecek insanları yanınızdan hiç eksik etmeyin.